07 Haziran 2006

les fleurs du mal



Spleen şiirlerinden bir ikisi dışında hiç Baudelaire okumadım. Ama herşey gibi onu da biliyormuş gibi davranmayı çok seviyorum.

Ama Alice burada hakikaten bir kötülük çiçeği. Gözleri yeşil mi?

Sanırım böyle yalandan değil de gerçekten bunalım bir insan olmayı isterdim. Arada neşeleniyorum çünkü, o saf, katıksız depresyonu yakalayamıyorum. Bir türlü yaşamaya olan bütün inancımı bir anda kaybedemiyorum.

M.D. hiç sevmiyor bu Alice'i. Oysa sever normalde. Ben de severim. Bunu da seviyorum. Bana şaşırmış gibi geliyor, korkmuştan çok. Bu aralar kim ne yaparsa yapsın şaşıramadığım için şaşırma kavramı bana ilginç geliyor.

Bu resmin olduğu oyunu oynardık bir aralar, orta bişeydeyken. American McGee's Alice. Tee 8 yaşında DOS'ta oynadığım Wolfenstein 3D'den sonra bana kabus gördüren tek oyun. Ha bir de "Scout'un Barbar dolu bir köye girdi, rahmetliyi nasıl bilirdiniz" konulu Civ III kabusumsuları vardı ama, sokmuşum Scout'a zaten.

Düşes vardı, Alice'i tuttuğu yerde yiyerek öldürüyordu. Ama hemen değil. Bir odada kilitli kalıyordum Düşes'le. Düşes koskocamandı, ben küsküçüktüm. Silah olarak bir bıçağım, hiç birşeye yaramayan iskambil kağıtlarım ve el bombası niyetine bir jack in the box'ım vardı. Jack yalnızca bana acı veriyordu, Düşes ise orgazmik bir haz duyuyordu Jack'ten. Ve tuttuğu yerde... biraz ısırıyordu. Öldürmeyecek ama ölüme yaklaştıracak kadar. Üç kez yakalarsa...

[O da aynı şeyi yapıyor. Tek seferde öldürmüyor. Her seferinde az biraz yok ediyor ruhumu. Ama tamamiyle değil. Prometheus'un karganın yediği yerden her gün yeniden büyüyen ciğeri gibi, her gün yerine tamamlanıyor ruhum, ve o yine ısırıyor. Ve ruhum yerine tamamlansa da hafızama kazınıyor herşey. Ve bu işkence sonsuza kadar devam edecek. O istediği sürece.]

Hiç yorum yok: